NUMARALI
HADİS-İ ŞERİF:
حَدَّثَنَا
الْحَسَنُ
بْنُ عَلِيٍّ
وَمُحَمَّدُ
بْنُ يَحْيَى
بْنِ فَارِسٍ
الْمَعْنَى
قَالَا
حَدَّثَنَا
بِشْرُ بْنُ
عُمَرَ الزَّهْرَانِيُّ
حَدَّثَنِي
مَالِكُ بْنُ
أَنَسٍ عَنْ
ابْنِ
شِهَابٍ عَنْ
مَالِكِ بْنِ
أَوْسِ بْنِ
الْحَدَثَانِ
قَالَ
أَرْسَلَ
إِلَيَّ
عُمَرُ حِينَ
تَعَالَى
النَّهَارُ
فَجِئْتُهُ
فَوَجَدْتُهُ
جَالِسًا
عَلَى
سَرِيرٍ
مُفْضِيًا إِلَى
رِمَالِهِ
فَقَالَ
حِينَ
دَخَلْتُ عَلَيْهِ
يَا مَالِ
إِنَّهُ قَدْ
دَفَّ أَهْلُ أَبْيَاتٍ
مِنْ
قَوْمِكَ
وَإِنِّي
قَدْ أَمَرْتُ
فِيهِمْ بِشَيْءٍ
فَأَقْسِمْ
فِيهِمْ
قُلْتُ لَوْ أَمَرْتَ
غَيْرِي
بِذَلِكَ
فَقَالَ
خُذْهُ
فَجَاءَهُ
يَرْفَأُ
فَقَالَ يَا
أَمِيرَ الْمُؤْمِنِينَ
هَلْ لَكَ فِي
عُثْمَانَ بْنِ
عَفَّانَ
وَعَبْدِ
الرَّحْمَنِ
بْنِ عَوْفٍ
وَالزُّبَيْرِ
بْنِ
الْعَوَّامِ
وَسَعْدِ
بْنِ أَبِي
وَقَّاصٍ
قَالَ نَعَمْ
فَأَذِنَ
لَهُمْ فَدَخَلُوا
ثُمَّ
جَاءَهُ
يَرْفَأُ
فَقَالَ يَا
أَمِيرَ
الْمُؤْمِنِينَ
هَلْ لَكَ فِي
الْعَبَّاسِ
وَعَلِيٍّ
قَالَ نَعَمْ
فَأَذِنَ
لَهُمْ
فَدَخَلُوا
فَقَالَ
الْعَبَّاسُ
يَا أَمِيرَ
الْمُؤْمِنِينَ
اقْضِ بَيْنِي
وَبَيْنَ هَذَا
يَعْنِي
عَلِيًّا
فَقَالَ
بَعْضُهُمْ أَجَلْ
يَا أَمِيرَ
الْمُؤْمِنِينَ
اقْضِ بَيْنَهُمَا
وَأَرِحْهُمَا
قَالَ مَالِكُ
بْنُ أَوْسٍ
خُيِّلَ
إِلَيَّ
أَنَّهُمَا قَدَّمَا
أُولَئِكَ
النَّفَرَ
لِذَلِكَ فَقَالَ
عُمَرُ
رَحِمَهُ
اللَّهُ
اتَّئِدَا
ثُمَّ
أَقْبَلَ عَلَى
أُولَئِكَ
الرَّهْطِ
فَقَالَ
أَنْشُدُكُمْ
بِاللَّهِ
الَّذِي
بِإِذْنِهِ
تَقُومُ
السَّمَاءُ
وَالْأَرْضُ
هَلْ تَعْلَمُونَ
أَنَّ
رَسُولَ
اللَّهِ
صَلَّى
اللَّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
قَالَ لَا
نُورَثُ مَا
تَرَكْنَا
صَدَقَةٌ
قَالُوا
نَعَمْ ثُمَّ
أَقْبَلَ
عَلَى عَلِيٍّ
وَالْعَبَّاسِ
رَضِيَ
اللَّهُ عَنْهُمَا
فَقَالَ
أَنْشُدُكُمَا
بِاللَّهِ الَّذِي
بِإِذْنِهِ
تَقُومُ
السَّمَاءُ وَالْأَرْضُ
هَلْ
تَعْلَمَانِ
أَنَّ رَسُولَ
اللَّهِ
صَلَّى
اللَّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
قَالَ لَا
نُورَثُ مَا
تَرَكْنَا
صَدَقَةٌ
فَقَالَا
نَعَمْ قَالَ
فَإِنَّ
اللَّهَ
خَصَّ
رَسُولَهُ صَلَّى
اللَّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
بِخَاصَّةٍ
لَمْ يَخُصَّ
بِهَا
أَحَدًا مِنْ
النَّاسِ
فَقَالَ
اللَّهُ
تَعَالَى
وَمَا أَفَاءَ
اللَّهُ
عَلَى
رَسُولِهِ
مِنْهُمْ فَمَا
أَوْجَفْتُمْ
عَلَيْهِ
مِنْ خَيْلٍ
وَلَا
رِكَابٍ وَلَكِنَّ
اللَّهَ
يُسَلِّطُ
رُسُلَهُ
عَلَى مَنْ
يَشَاءُ
وَاللَّهُ
عَلَى كُلِّ
شَيْءٍ قَدِيرٌ
وَكَانَ
اللَّهُ
أَفَاءَ
عَلَى رَسُولِهِ
بَنِي
النَّضِيرِ
فَوَاللَّهِ
مَا
اسْتَأْثَرَ
بِهَا
عَلَيْكُمْ
وَلَا أَخَذَهَا
دُونَكُمْ
فَكَانَ
رَسُولُ
اللَّهِ
صَلَّى
اللَّهُ عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
يَأْخُذُ
مِنْهَا نَفَقَةَ
سَنَةٍ أَوْ
نَفَقَتَهُ
وَنَفَقَةَ أَهْلِهِ
سَنَةً
وَيَجْعَلُ
مَا بَقِيَ أُسْوَةَ
الْمَالِ
ثُمَّ
أَقْبَلَ
عَلَى أُولَئِكَ
الرَّهْطِ
فَقَالَ
أَنْشُدُكُمْ
بِاللَّهِ
الَّذِي
بِإِذْنِهِ
تَقُومُ السَّمَاءُ
وَالْأَرْضُ
هَلْ
تَعْلَمُونَ
ذَلِكَ
قَالُوا
نَعَمْ ثُمَّ
أَقْبَلَ
عَلَى
الْعَبَّاسِ
وَعَلِيٍّ
رَضِيَ
اللَّهُ
عَنْهُمَا
فَقَالَ أَنْشُدُكُمَا
بِاللَّهِ
الَّذِي
بِإِذْنِهِ تَقُومُ
السَّمَاءُ
وَالْأَرْضُ
هَلْ تَعْلَمَانِ
ذَلِكَ
قَالَا
نَعَمْ
فَلَمَّا تُوُفِّيَ
رَسُولُ اللَّهِ
صَلَّى
اللَّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
قَالَ أَبُو
بَكْرٍ أَنَا
وَلِيُّ
رَسُولِ
اللَّهِ
صَلَّى
اللَّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
فَجِئْتَ
أَنْتَ
وَهَذَا
إِلَى أَبِي بَكْرٍ
تَطْلُبُ
أَنْتَ
مِيرَاثَكَ
مِنْ ابْنِ
أَخِيكَ
وَيَطْلُبُ
هَذَا
مِيرَاثَ امْرَأَتِهِ
مِنْ أَبِيهَا
فَقَالَ
أَبُو بَكْرٍ
رَحِمَهُ اللَّهُ
قَالَ
رَسُولُ
اللَّهِ
صَلَّى اللَّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
لَا نُورَثُ
مَا تَرَكْنَا
صَدَقَةٌ
وَاللَّهُ
يَعْلَمُ إِنَّهُ
لَصَادِقٌ
بَارٌّ
رَاشِدٌ
تَابِعٌ لِلْحَقِّ
فَوَلِيَهَا
أَبُو بَكْرٍ
فَلَمَّا
تُوُفِّيَ
أَبُو بَكْرٍ
قُلْتُ أَنَا
وَلِيُّ
رَسُولِ اللَّهِ
صَلَّى
اللَّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ وَوَلِيُّ
أَبِي بَكْرٍ
فَوَلِيتُهَا
مَا شَاءَ
اللَّهُ أَنْ
أَلِيَهَا
فَجِئْتَ أَنْتَ
وَهَذَا
وَأَنْتُمَا
جَمِيعٌ
وَأَمْرُكُمَا
وَاحِدٌ
فَسَأَلْتُمَانِيهَا
فَقُلْتُ
إِنْ شِئْتُمَا
أَنْ
أَدْفَعَهَا
إِلَيْكُمَا
عَلَى أَنَّ
عَلَيْكُمَا
عَهْدَ
اللَّهِ أَنْ
تَلِيَاهَا
بِالَّذِي
كَانَ
رَسُولُ
اللَّهِ صَلَّى
اللَّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
يَلِيهَا
فَأَخَذْتُمَاهَا
مِنِّي عَلَى
ذَلِكَ ثُمَّ
جِئْتُمَانِي
لِأَقْضِيَ
بَيْنَكُمَا
بِغَيْرِ
ذَلِكَ
وَاللَّهِ
لَا أَقْضِي
بَيْنَكُمَا
بِغَيْرِ
ذَلِكَ
حَتَّى
تَقُومَ
السَّاعَةُ
فَإِنْ
عَجَزْتُمَا
عَنْهَا
فَرُدَّاهَا
إِلَيَّ
قَالَ أَبُو
دَاوُد
إِنَّمَا
سَأَلَاهُ
أَنْ يَكُونَ
يُصَيِّرُهُ
بَيْنَهُمَا نِصْفَيْنِ
لَا
أَنَّهُمَا
جَهِلَا
أَنَّ النَّبِيَّ
صَلَّى
اللَّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
قَالَ لَا نُورَثُ
مَا
تَرَكْنَا
صَدَقَةٌ
فَإِنَّهُمَا
كَانَا لَا
يَطْلُبَانِ
إِلَّا
الصَّوَابَ
فَقَالَ
عُمَرُ لَا
أُوقِعُ
عَلَيْهِ اسْمَ
الْقَسْمِ
أَدَعُهُ
عَلَى مَا
هُوَ عَلَيْهِ
Malik b. Evs. b.
el-Hadesan'dan demiştir ki:
Ömer (b. el-Hattab
birgün) güneşin yükseldiği bir sırada bana (bir haber) gönderdi. Bunun Üzerine
yanına vardım ve kendisini (mindersiz olarak) doğrudan doğruya bir karyolanın
ağaç kısmı üzerine oturmuş halde buldum. Yanma girince bana;
"Ey Malik (senin)
kavminden bir kaç aile koşarak geldi. Ben de onlara (ganimet mallarından) bir
şeyler verilmesini emrettim, (bu atiyyeleri) onlara sen bölüştürüver"
dedi. Ben de:
“Bunu sen başka birisine
emretsen" (daha iyi olurdu) dedim. O sırada (Hz. Ömer'in hizmetçisi)
Yerfa' (çıkıp) geldi ve
Ey mu'minler'in emiri
Osman b. Afvân'la Abdurrahman b. Avf. Zübeyr b. el-Awam ve Sa'd b. Ebî
Vakkas'ın yanınıza girmelerine izin verir misiniz? dedi. (Hz. Ömer de);
"Evet"
cevabını verdi, (ve yanına girmeleri için) onlara izin verdi (onlarda)
girdiler. Sonra Yerfa' (tekrar) geldi ve;
Ey Mu'minlerin emiri
yanına Abbas ile Ali'nin girmelerine de izin verirmisin? dedi. (o da); .
"Evet" dedi
(ve yanına girmeleri için) onlara da izin verdi, (onlar da) girdiler. Biraz
sonra Hz. Abbâs (söz aldı ve);
"Ey mu'minlerin
emiri benimle şu Ali arasında bir hüküm ver" dedi. Orada bulunanlardan
biri de;
"Evet ey
mu'minlerin emiri onlar arasında bir hüküm ver ve ikisine de merhametli
ol" dedi. Malik b. Evs (sözlerine devamla şöyle) dedi: Bana öyle geldi ki
(Hz. Abbas'la Ali, Hz. Osman'la Hz. Abdurrahman, ez-Zübeyr ve Sa'd'den oluşan)
bu Cemaati bir iş için (şefaatçi olmaları gayesiyle) önden göndermişlerdi. Hz.
Ömer de acele etmeyin dedi. Sonra o topluluğa dönüp;
"Göğün ve yerin
izniyle durduğu Allah aşkına size soruyorum Rasûlullah (S.A.V.)'in - Biz miras
bırakmayız, bizim bıraktığımız sadakadır- buyurduğunu biliyor musunuz?"
dedi. (onlar da);
"Evet"
dediler. Sonra Hz. Ali ile Abbas'a dönüp "Göğün ve yerin izniyle durduğu
Allah aşkına (söyleyiniz) siz, Rasûlullah (S.A.V.)'in - Biz miras bırakmayız.
Bizim (arkamızda) bıraktığımız (mal) sadakadır- buyurduğunu biliyor
musunuz?" dedi (onlar da);
"Evet"
cevabını verdiler. (Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle) dedi.
"Şüphesiz ki Allah
Rasûlünü hiç bir kimseye vermediği bir özellikle tahsis etti de (Kur'ân-ı
Kerîm'inde şöyle) buyurdu: "Allah'ın onlardan Nebiine verdiği ganimetlere
gelince söz (onu elde etmek için) onun üzerine ne at ne de deve sürdünüz fakat
Allah Nebilerini dilediği kimselerin üzerine salar (onlara üstün getirir) Allah
her şey'e kadirdir."[Haşr 6]
Allah Nadiroğullarını
(mallarını) Rasûlüne fey olarak verdi. Allah'a yemin olsun ki: (Hz. Nebi) bu
mallar(ın paylaştırılmasın)da (kendini) size (asla) tercih etmedi. Kendisi
onları alıp ta size vermezlik te etmedi. Rasûlullah (S.A.V.)
(Nadir-oğullarından fey olarak ele geçen) bu mallardan bir senelik nafaka
-yahut nafakasını, yada ailesinin bir senelik nafakasını- alırdı. (Bu ifadedeki
tereddüt raviye aittir.) Kalanı da (hazinedeki) mallar arasına koyardı. Sonra
(Hz. Ömer) bu cemate yönelip:
"Göğün ve yerin
izniyle durduğu Allah aşkına size soruyorum. Bunu biliyor musunuz?" dedi.
(Onlar da):
"Evet"
dediler. Sonra Hz. Abbas ile Ali (r.a.)'e yönelip:
"Göğün ve yerin
kendi izniyle durduğu Allah aşkına size soruyorum bunu biliyor musunuz?"
dedi. (Onlar da):
"Evet"
cevabını verdiler, (sonra Hz. Ömer konuşmasına şöyle devam etti.)
"Rasûlullah
(S.A.V.) vefat edince Ebû Bekir (r.a.):
"Ben Rasûlullah'm
halifesiyim dedi. (Hz. Ömer konuşmasına şöyle devam etti.) Bunun üzerine sen
(ey Abbas) şu (karşımda duran) Ali ile birlikte Ebû Bekir'e varıp kardeşinin
oğlundan (yani Hz. Nebi'den hissene düşecek olan) mirasını istedin. Bu da
karısı (Fatıma)'nın mirasını babası (Hz. Muhammed'in malı)ndan istiyordu. Hz.
Ebû Bekir (r.a) de size (şöyle) cevap verdi:
"Rasûlullah
(S.A.V.); "Biz miras bırakmayız. Bizim bıraktığımız sadakadır."
buyurdu. Allah bilir ya Ebû Bekir doğru sözlüdür. Allah'ın emirlerine hakkıyla
uyucudur. Doğru yoldadır ve hakka tabidir. (Bu yüzden de) Hz. Nebi'den kalan bu
mallar(ın idaresi) Ebû Bekr'e verildi. Ebû Bekir vefat edince de ben;
"Rasûlullah
(S.A.V.)'in ve Ebû Bekir'in halifesi benim" dedim ve Allah'ın mütevelli
olmamı dilediği an'a kadar bu mallara mütevelli oldu. Derken sen ve şu (Ali)
ikinizin de işi bir olduğu halde beraberce (karşıma) gelip benden bu malları
istediniz. Ben de (size) eğer bu malları size vermemi istiyorsanız O malları
Rasûlullah (S.A.V.)'in sarf ettiği yerlere sarf edeceğinize dair Allah'a söz
vermeniz şartıyla (onları size verebilirim) dedim. Bu şartlar altında bu malı
benden aldınız. Sonra aranızda bunun dışında bir hüküm vermem için (kalkıp
tekrar) bana geldiniz. Allah'a yemin olsun ki: Kıyamet kopuncaya kadar aranızda
bundan başka bir hüküm vermem, eğer bu şartlar(ı yerine getirmekken aciz
kalırsanız. Onları bana geri veriniz.
Ebû Dâvud der ki: (Hz.
Abbas'la Hz. Ali, Hz. Ömer'den) O malları ikisi arasında yarıya bölmesini (ve
idare ve tasarruf hakkının kendilerine verilmesini) istediler. Yoksa onlar Nebi
(s.a.v.j'in "biz miras bırakmayız* Bizim bıraktığımız sadakadır,"
dediğini bilmiyor değillerdi. Onlar doğru olandan başka bir şey istemiyorlardı.
Nitekim Hz. Ömerde "Ben bu mal'a taksim ismini koydurmam onu olduğu gibi
bırakırım** (demek suretiyle bu duruma işaret etmiştir).
İzah:
Buhari, humusI,
fedail-i ashabunnebiyy, megazi, nafakat, feraiz i'tisam; Müslim, cihad;
Tirmizî, siyer; Nesâi, fey'; Muvatta', kelâm; Ahmed b. Hanbel, 1-4, 6, 9, 10, 25,
47, 49, 60, 162, 164, 179, 191, 208, 11-463, VI-145, 262.
Safâyâ kelimesi;
"Safiyye" kelimesinin çoğuludur."Safiyye; Nebi (s.a.v.)'in
ganimet mallarından aldığı humus (1/5) hisseden fazla olarak, ganimetlerin
taksiminden önce onlardan bir at, bir köle ya da bir cariye ve bir köle seçip
alma hakkıdır. Bu hak sadece Hz. Nebi'e mahsus, özel bir hakdır. Daha sonra
gelen halife ya da devlet başkanları bu hakka sahip değillerdir.
Nitekim 2755 numaralı
hadisin şerhinde de bu mevzuya temas etmiştik.
Görülüyor ki, Safiyye,
sadece Hz. Nebie ait Özel bir haktır. Onu istediği gibi harcar. Ancak musannif
Ebû Dâvud bab başlığında geçen bu kelimeyle düşmanın üzerine at koşturmadan ve
savaşmadan müslümanlann eline geçen fey mallarını kasdetmiştir. Bu tür mallar
Hz. Nebi'e ait olduğundan onlardan safiy diye bahsetmiştir. Düşman üzerine at
ya da deve koşturmadan elde edilen bu malları tümüyle Hz. Nebiin hakkı olduğu
halde, efendimiz bu hakkını sadece kendi ihtiyaçları için kullanmamış,
müslümanlardan tüm ihtiyaç sahiplerini bu haktan yararlandırmıştır. Nitekim
2967 numaralı hadis-i şerifte ifade edildiği üzere Nebi efendimize harpsiz
olarak elegeçen mallardan biri Nadiroğullan arazisi, biri Fedek arazisi,
diğeri de Hayber arazisi olmak üzere üç arazi düşmüştü. Bunlardan
Nadiroğullarının arazisini elinde tutmakta idi. Bu arazinin gelirini
misafirlerin ve elçilerin ağırlanması, harp için lüzumlu silah ve at temini
gibi ihtiyaçların karşılanması için [Tac IV, 380.] Fedek arazisini de yolda
kalmış yolcuların ihtiyacı için sarf ederdi. Hayber arazisini de üçe bölmüştü.
Bu üç parçanın ikisini müslümanlann ihtiyaçlarına sarf edilmesi için
beytül-male koyar, kalanın bir kısmını kendi ailesinin ihtiyaçlarına bir
kısmını da muhacirlerin fakirlerine sarf ederdi.
Hz. Ömer, Rasûl-ü
Ekremin bu mallarını, Hz. Abbas'la, Hz. Ali'ye teslim ederken bu toprakların
ürünlerinin Rasûlü Ekremin sarf ettiği yerlere sarf edilmesi şartıyle teslim
etmiştir. Ancak Hz. Ebû Bekir'in Hz. Abbas'la Hz. Ali'ye, Hz. Nebiin arkasında
bıraktığı mallara mirasçı olunamayacağını, o malların sadece sadaka olduğunu
hatırlattığı halde, onların Hz. Ömer'e gelip ondan bu malların kendilerine
verilmesini istemeleri izaha muhtaç bir husustur, bu meseleyi açıklarken Bezi
yazarı şunları kaydediyor; "Aslında Hz. Ebû Bekir (r.a.) Hz. Abbas ile
Hz. Ali (r.a.) ya Hz. Nebi'in geride bıraktığı malların miras değil sadaka
olduğunu açıkladıktan sonra, Hz. Ebû Bekir'den miras istemekten vazgeçtikleri
gibi, Hz. Ömer'den de miras istemediler. Ancak Hz. Ömer'den bu malların idare
ve tasarrufunun kendilerine verilmesini istediler. Hz. Ömer (r.a) de bu
malları Hz. Nebiin sarf ettiği gibi sarf etmek şartıyle onlardan söz alarak bu
malları onlara teslim etti. Hz. Ali ile Hz. Abbas (r.a) bu malları şartlarına
uygun olarak idare ve sarf ederlerken aralarında anlaşmazlık çıktı ve bu
malları ikiye bölüp yarısının idaresini Hz. Ali'ye yarısının idaresini de Hz.
Abbas'a vermesini istediler. Hz. Ömer ise, Hz. Nebi'den kalan bir malın olduğu
gibi muhafaza edilmesi gerekir. Bu malı ikiye bölüp te ona taksim ismini
kondurmam diyerek bu teklifi reddetti. Çünkü, bu mallan taksim ettiği takdirde
zamanla halkın o malların miras olarak taksim edildiğini zannedeceklerinden
korkuyordu.
Görülüyor ki, Hz. Ali
ile Hz. Abbas Hz. Ömer'den bu malların mülkiyetini değil, sadece idare ve
tasarrufunu istemişlerdir. Eğer bu malların miras olduğunu düşünerek Hz.
Ömer'den mülkiyetini istemiş olsalardı, kendi çocuklarının hisselerini de
isterlerdi.' Halbuki onlar böyle bir talepte bulunmamışlardır. Söz konusu
mallar Hz. Nebi'in Nadir oğullarının arazisinden eline geçen fey mallarıdır.
Hadiste bulunan izaha
muhtaç kısımlardan biri de Müslim'in Sahihinde, Hz. Abbas'ın Hz. Ali'ye
sarfettiği rivayet edilen "şu yalancı, günahkâr, vefasız, hain"
mealindeki sözlerdir. Bu meselenin izahı sadedinde Ma'ziri şöyle diyor.
"Vaki olan bu sözün Zahiri Abbâs'a layık değildir, Hz. Ali de bu söylenen
vasıfların tamamı şöyle dursun -haşa- bazısı bile yoktur. Evet biz Nebi
(S.A.V.)'den bir de onun şehadet ettiklerinden mâda kimsenin masum olduğunu
kât'i olarak söyleyemeyiz; ama sahabe (r. anhüm) hakkında hüsnü zanda
bulunmaya, onlardan her kötülüğü nefyetmeye memuruz! Bu rivayetin bütün te'vil
yollan kapanırsa, yalanı ravîlerine nisbet e4eriz. Bu mânayı ele alan bazı
âlimler böyle sözleri yazmaktansa nüshalarından çıkarmayı vera' ve takvaya daha
uygun bulmuşlar; ihtimal bunları râvilerin vehmine hamletmişlerdir.
Eğer'bu sözler mutlaka
kabul edilecek ve ravilere de vehim isnat etme-yeceksek o takdirde, en güzel
te'vil şudur: Hz. Abbas bu sözleri kardeşi oğluna nazı geçtiği için
söylemiştir, çünkü oğlu yerindedir. Onun hakkında inanmadığı ve kardeşi oğlunun
beri olduğunu bildiği şeyleri söylemiştir. Belki de bu sözlerle onu kendince
hatalı saydığı inancından vazgeçirmek istemiştir. Ona göre bu işi kasden yapan
bir kimse bu çirkin sıfatlarla vasıflanabilir. Ali'ye göre;
vasıflanamaz.[Davudoğlu Ahmed, Sahih-i müslim VIII, 505.]